Mantıksal olguculuk

Mantıksal olguculuk, mantıksal deneycilik, felsefede, bilimsel bilginin tek sağlam ve güvenilir bilgi türü olduğunu ve her türden eski felsefe görüşü­nün, “metafizik” olarak, reddedilmesi ge­rektiğini vurgulayan akım.

1920’lerden baş­layarak özellikle Viyana’da gelişmiştir. Fel­sefenin tek aracının mantık, tek görevinin de bilimlerde ortaya konan bilgileri çözüm­lemek ve bilimlerde kullanılabilecek bir ortak dil kurmak olduğunu kabul eder. Bu çözümleme işinde kullanılacak mantık, ge­leneksel Aristoteles mantığından farklıdır; özne-yüklem bağının ötesinde, önermelerin karşılıklı ilişkilerini çözümleyebilecek bir önermeler hesabıdır. İtalyan mantıkçı Giu­seppe Peano’nun kurduğu ve mantıkçı Bert­rand Russell ile matematikçi A. N. White­head ‘in birlikte geliştirdikleri mantık siste­mi, mantıksal olguculuğun etkili olduğu özellikle Anglosakson ülkelerdeki felsefe eğitiminde önemli yer tutmuştur. Bu sis­tem, zamanla, “kümeler kuramı” olarak gelişmiş ve matematikte de kullanılmıştır.

Mantıksal olguculuk bazı noktalarda ön­ceki geleneksel olgucu ve deneyci kuram­lardan ayrılır. Bu farklılıkların temelinde bilimsel bilgi ile metafizik arasındaki farkı, doğru-yanlış bilgi ayrımında değil, anlamlı­ anlamsız önerme ayrımında bulmak yatar. Mantıksal olguculuğa göre, geleneksel me­tafizik içinde ele alınan “iyi nedir?“, “insan özgür müdür?“, “Ruh ile beden hangi noktada ilişkilidir?” gibi sorular yanlış de­ğil, anlamsızdır; bu yüzden de yanıtlana­maz. Yapılması gereken, bir çözümleme sonucunda bunların anlamsız olduğunu gör­mek ve bunlardan vazgeçmektir.

Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus (1921; Logico-Philosophicus, 1985, 1986)adlı kitabı mantıksal olguculuğun gelişiminde çok önemli bir rol oynadı. Wittgenstein’ın bu kitabında geliştirdiği ve sonradan eleştirdiği anlam görüşü dil felse­fesinde yeni bir kuramın, linguistik felsefenin esin kaynağı oldu. Mantıksal olguculuğun en güçlü birimi Viyana Çevre­si adını alan gruptu. Bu grubun 1920’lerden başlayarak Hitler’in Avusturya’yı işgaline (1938) değin geliştirdiği akım daha sonra özellikle ABD’deki bazı üniversitelerde, en başta da Chicago Üniversitesi’nde sürdürül­dü. Ayrıca mantık ile matematiğin ilişkileri­ne önem veren canlı bir Polonya okulu oluştu. Mantıksal olguculuk felsefedeki bazı önemli gelişmeler sonucunda 1950-60 arasında eski etkisini yitirdi.

Önermeleri ve bunların kanıtlama­lardaki kullanımlarını inceleyen disiplin

 

Matematikçi ve mantıkçı Kurt Gödel’in 1931’de belirsizlik ilkesi üzerine yayımladığı makale mantıksal olguculuğu sarsan ilk gelişme niteliğindeydi. Bu ilke, Russel’ın ve Viyana Çevresi’nin öngördüğü tam ve yet­kin dil anlayışını yıkıyor, saf biçimsel sis­temler içinde tamlığın olamayacağını kanıt­lıyordu. Daha sonra ABD’li felsefeci J.V.A. Quine mantıksal olguculuğun dog­matikliğine saldırdı. Bu arada bilimlerin kendi içlerinde de mantıksal olguculuğun bazı görüşlerini çürüten gelişmeler görüldü. Einstein, Niels Bohr ve Erwin Schrödinger gibi ünlü fizikçiler, deney verileri ile man­tıksal düzenlemeler arasında kendiliğinden verilmiş bire bir karşılıklılık bulunmadığını gösterdiler. Bilim tarihçisi ve felsefecisi Thomas S. Kuhn da bilimlerdeki gelişmele­rin verili tek bir doğal ilişkiler kuruluşuna sürekli bir yaklaşma değil, belirli bir kura­mın bakış açısı çerçevesinde çok temelden değişimleri içeren süreçler olduğunu ileri sürdü. Bu gelişmeler, mantıksal olguculuğun bir akım olarak etkisini yitirmesine yol açtı.

Mantıksal olguculuğun çağdaş Batı felse­fesi içinde bıraktığı iz, bugün felsefe eğiti­minde mantıksal kesinliğe ve çözümlemeye verilen önem ve belirli bir felsefi görüş ortaya konurken önermeler arasındaki ka­nıtlama ilişkilerine verilen ağırlıktır. Bilim­sel bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu, hatta hep doğru olduğu görüşü ise sarsılmış ve tartışmaya açık duruma gelmiştir.

 

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Previous Article

Mantıksal ilişki

Next Article

Mantıvar

Related Posts